26 Nisan 2016 Salı

"O"


O her şeyi kendi yanından görüp
Almak istediğini alır
Başka şey düşünmez
Beni unuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu
Ben her şeyi onun için, onun
Yanında yaparken
O hepsine uzaktan bakardı bir yabancı gibi
Her sözümü dinliyor gibi
Beni kandırırken
İçinden geçen binlerce ses bastırırdı sesimi
O her günü yeni bir umutla
Bekler gibi görünür
Yarına inanmaz, beni avuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu.



Ne güzel ifade etmiş Teoman, ne doğru.

Biraz ondan bahsedeyim mi?

45 yaşında. Uluslararası bir şirketin Genel Müdür’ü. Taze GM, 3 senedir falan. Bundan müthiş gurur duyuyor, böbürleniyor.

Firma çok bilinen çok büyük bir firma değil, alelade bir firma hatta.

Kazancı iyi. Son 3 senede iyileşmiş. Geçmiş kariyerini de biliyorum. Hatta bir önceki iş yerinde çalışırken tanışmıştık biz. O operasyon tarafındaydı. Hayatına giren ciddi insanların hemen hemen tümü iş ortamından zaten.

Fakat asla çalışmaya devam ederken yürümüyor kadınlara. Ayrıldıktan sonra. Bende de öyle oldu. Çünkü bence kendini biliyor. Kopmak istediği anda aynı işyerinde çalışmaya devam edecek olmak onu boğar, bu yüzden müthiş dikkatli davranıyor.

Hal böyle olunca da, iş yerindeki imajı son derece saygın, kaliteli, kültürlü ve efendi kalıyor.

Uzağındaki insanlar onu böyle tanıyor. O insanlara çıkıp gerçekte kim olduğunu anlatsam inanmakta epey şaşırırlar muhtemelen. Ama inanırlar da, beni tanıdıkları için..

Bu da en büyük korkusuymuş bu insanların bu arada , afişe olmak. Bu yüzden bu blog anonim. Ne kendimi ne de onu böyle bir duruma sokmak istemem. Zira benim de kendime göre bir iş çevrem, bir saygınlığım var, emek emek geliştirdiğim.

İyi bir semtte yaşıyor. Yalnız yaşıyor. Kiralık bir ev, eşyalı. Evindeki tabaklar bile kiralık. Şaşırdık mı? Hayır. Hayatındaki her şey kiralık onun. Her şey geçici. Elbette bir eve bağlanmayacak, elbette evi de kiralık olacak.

Evin lokasyonu güzel, içi çok güzel değil. Sürekli evi ile ilgili hayaller kuruyor. Senelerdir o evden taşınmayı, bahçeli bir eve geçmeyi, hatta bir de köpek almayı hayal ediyor (hop, burada yine mükemmeli arama güdüsünü görüyoruz). Sürekli internetten ev bakıyor. Fiyatlarını karşılaştırıyor, hayaller kuruyor. Hatta en son bir süreliğine Bodrum’a taşınmaktan bahsediyordu. Bu hayaller asla gerçek olmuyor, hep hayal boyutunda kalıyor. Bir gün evdeyiz, ipad’den ev ilanlarını gösteriyor bana. Dedim ki “kalk gidelim, yerinde görelim. Kendini bir hayal et o evin içinde, bir bak, böyle uzaktan olmaz”. Gitmedi. Hayal olarak kalmasını istiyor gibiydi. Yani sağlıklı bir insan gibi değil.

Banyosunda sayısız çeşit krem var. Gözüne ayrı, gündüz kremi ayrı, gece serumu ayrı, topuk çatlak kremi ayrı, of! İlk gördüğümde “vay be” demiştim, “bende bile bu kadar krem yok”. Metroseksüel miyiz biraz? Bakıyor muyuz kendimize? E güzel, zararı yok.

Parfüm. Çok kullanırdı. Çok severdim kokusunu (Chanel Bleu) ondan önce de beğendiğim bir parfümdü. Fakat öyle bir sıkardı ki, kendi kokusu yok olurdu. Sinir oluyordum. Boğuluyordum. Bu da müthiş bir metafor işte, kendi gerçekliğini kamufle etmek için sahte bir benlik yaratan adam, kendi kokusunu bastırmak için de parfümünü abartıyor.

Fakat tüm bu kozmetik bakıma rağmen, vücuduna ve sağlığına dikkat eden biri değildi.

Kısa boyluydu, hemen hemen benimle aynı. Koca bir göbek, alkolden. 1 seneye yakın görüştük, 1 sene içinde karaciğere verdiği zararı düşünemiyorum. İlk zamanlar sorduğumda testlerini yaptırdığını söylerdi düzenli olarak, ama birlikteliğimiz boyunca hiç yaptırmadı.

Kötü beslenirdi. Genelde akşamüstü saatlerinde içki sofrasına oturur, içkiyle az yemek yer, gece eve geldiğinde acıkır, yemeksepetinden hamburger vs söyler, yer, öyle uyurdu.

Spor hiç yok. Senelerdir Hillside’a üye, ama gitmiyor. Sadece üye olmak için üye. Çünkü bu da ona prestij katan bir şey. Ya da belki, karar verdiğinde hemen gidebilmek istiyordur emin değilim.

İlk yemeklerimizi yerken bana spor salonuna gittiğini söylemişti (ben çok sık yürüyüş yapıyordum o dönem, umarım yine haftada 4-5 başlayacağım, şu sıralar biraz bulutluyum malum).

Bana demişti ki, “işe gitmeden evvel ya sahilde yürüyorum, ya da salona gidiyorum, oradan da işe)

Beni tavlamak için. Ortak noktamız çıksın diye. Çünkü biliyor sosyal medyadan, Datça’ya gidiyorum hop yürüyüş, Londra’dayım hop yürüyüş. Çakal.

Oysa hiç spor yapmıyor. Sıfır. Sene başında arkadaşları ile bir challenge’a girdiler zayıflamak için. Arkadaş grubunda düzenli koşanlar, koşu maratonlarına katılanlar var. Çok sevinmiştim o dönem. Sadece protein ile besleniyordu, motive olabilmek için gitti kendine spor kıyafetler aldı, bir sabah körü daha güneş doğmamışken kalktı Caddebostan’a gitti yürüdü. Eskiden spor yaparmış dediğine göre, sanıyorum doğru da. Alkolü de azaltmıştı o dönem doğal olarak. Haftada 2-3 içmediği oluyordu. O akşamlar evde çok sakindik. Fazla konuşmazdı. Sorardım “ne hissediyorsun” diye, tipik withdrawal semptomlarını söylerdi, beyninde şimşek çakmalar, uykuya dalmakta güçlük vs. Lavanta kokusu sıkardım yastığına uyumadan. Yardımcı oluyordum işte ben de kendimce. Ama çok kısa sürdü bu dönem. Sevgimin ona iyi geldiğini düşünüyordum, buna inanıyordum, gözlemliyordum.

O evde yaklaşık 5 senedir yaşıyor. 5 senedir o evde bir “yaşam” olduğuna dair belirti yoktu. O ev bir oteldi. Uyumak için, seks yapmak için, giyinmek için kullandığı bir otel. Belliydi, çünkü doğru dürüst yaşamsal eşya yoktu evde.

Sonra haftada 1-2 onda kalmaya başladım. Sonra “birkaç parça eşyanı bıraksana” dedi, sonra o evde bir çekmecem oldu. Sonra bir dolabım. Sonra nemlendiricimin büyük boyu o evde, küçük boyu kendi evimde durur oldu. Ayakkabılarım, paltolarım, makyaj malzemelerim her şeyim o evdeydi.

Eve tavla aldık. Şarap kadehleri aldık. O dönem düzenli puro içmeye başladı, puro küllüğü aldık. Hatta son zamanlarda bana saç kurutma makinesi almıştı, ne sevinmiştim. Onun da hikayesi bir acayip.. Benim seyahat boyu saç kurutma makinem vardı, kurutması iyi değildi. Demiştim ki “bana saç kurutma makinesi alsana”. “Too much commitment” demişti bana, çok büyük bir bağ bu demişti. Ulan, bir adet saç kurutma cihazı, ne bağı! Ama işte o evde bana ait bir eşyanın olması çok fazla gelmişti. Sonra bir gün bir baktım, almış gelmiş. Ne sevinmiştim. Çok yavaş ilerliyoruz ama yol alıyoruz diye düşünmüştüm.

Bu geçiş kolay olmadı. Senelerdir yalnız yaşayan birine anlayışlı olmam gerektiğini düşünüyordum. O dönem kime sorsan aynısını söyler. Kolay değil, senelerce yalnız yaşamış biriyle ev paylaşmak. Şimdi düşünüyorum da, o seviyeye gelmek ne büyük mucizeymiş aslında. Ama işte hep benim çabamla, hep benim anlayışımla..

Ona sorarsan o da çabaladı. Norm olarak kendini alırsan haklı da aslında, evet çabaladı. O evi biriyle paylaşmak bile onun için büyük bir adım. Ama o yaştaki insanlar için bu son derece normal bir durum aslında.

Sonra yılbaşı geldi. Ben ona demiştim ki “bana hediye alma” çünkü bir sonraki hafta Bodrum’a gidecektik, seyahatin masraflarını o karşılayacaktı. Bir de üstüne hediye almasını istemedim. Ben ona ufak tefek bir şeyler aldım. Bir kutuda her zaman giydiği Ralph Laurent gömlek, birkaç çorap, bir kemer, komik bir tişört vs böyle bir set hazırladım. Verdim. Sevindi. Sonra bana hiçbir şey almadığında bozuldum biraz (klasik kadın tribi) Hani bir çiçek, bir oyuncak vs bile olsa olur..

Yılbaşında dehşet kar yağdı İstanbul’da. Biz de evde kalalım, baş başa olalım dedik. Süper yemek yapardı, çok meraklıydı yemek yapmaya, yemek programlarını izlemeye. Mükemmel pişmiş bir et ve spesiyal makarnasından yaptı. Şaraplarımızı içtik, müthiş vakit geçirdik o akşam evde.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bana hiçbir hediye almamasına bozulduğumu söyledim. Önce bir iki “ama böyle konuşmuştuk” dedi. Sonra “git şu poşete bir bak” dedi. Ne poşeti dedim, Rolex poşeti dedi. (Saatlere meraklıydı, Rolex saati vardı. Bir gün satar diye kutusunu, poşetini vs tutuyordu evde, o şekilde satmak daha kolay diye).

Dedim deli misin ne Rolex’i (ben saat takmam, sevmem). “Git bi bak” dedi. Kalktım. Gittim. Poşetin içinde bir anahtar.

Bana evinin anahtarını yaptırmıştı. Sanıyorum ilişkimiz boyunca beni en mutlu ettiği an o andı. Bir de sembolik olarak anahtar “kapıları açan şey” falan ya hani, nasıl sevinmiştim anlatamam. Ağladım sevinçten. Delirdim resmen.

Bak şu an ağlıyorum. Şu ana kadar güzel gitmiştim, ama o geceyi, ne kadar mutlu olduğumu hatırlayınca kendimi berbat hissettim. Çok güzeldi. Rüya gibiydi benim için. Nasıl sevecendi, nasıl tatlıydı o akşam..

İnanamıyorsun. O adamın sahte olduğuna, o anların gerçek olmadığına inanamıyorsun. Şu an yine kendime en zararlı şeyi yapıyorum “Ya aslında tahmin ettiğim gibi değilse?” Kendinden şüphe. Tam olarak yaşamamı istediği şey işte. Zamanla azalacak, kodlanmış bir beyin oyunu. Ben daha güçlüyüm bu kodlardan :)

Anahtarımı verirken de ekledi “Sana güveniyorum, bana haber vermeden bu eve girmeyeceğini biliyorum”. Bak burada yine kontrol var. Dediğini de yaptım. Eve ondan önce gideceksem muhakkak bilgi verdim hep. Saygımı hep korudum. Habersiz hiç gitmedim. Hatta o evdeyse, anahtarımı kullanmadım, zile bastım vs. Saygımdan. Sözümden.

Yani diyordu ki, “evet beraber yaşayabiliriz, ama benim kurallarımla ve benim kontrolümle”. Öyle de oldu.

Bazen “Bu ev senin evin, istediğin zaman gelip kalabilirsin” derdi. Bazen de “Burası benim evim!” Derdi sertçe. “Benim evimde bana böyle davranamazsın” (Genelde yaptığı bir eşekliği eleştirdiğim zamanlarda böyle derdi. Ya da gider yatardım o salondayken, çat diye kapıyı açar böyle derdi bana. Benim evim, benim kurallarım, ben istemeden uyuyamazsın der gibi)

Bir öyle bir böyle. Dünyanın en zor şeyi. Ne çekmişim..








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder