O her şeyi
kendi yanından görüp
Almak istediğini alır
Başka şey düşünmez
Beni unuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu
Ben her şeyi onun için, onun
Yanında yaparken
O hepsine uzaktan bakardı bir yabancı gibi
Her sözümü dinliyor gibi
Beni kandırırken
İçinden geçen binlerce ses bastırırdı sesimi
O her günü yeni bir umutla
Bekler gibi görünür
Yarına inanmaz, beni avuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu.
Almak istediğini alır
Başka şey düşünmez
Beni unuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu
Ben her şeyi onun için, onun
Yanında yaparken
O hepsine uzaktan bakardı bir yabancı gibi
Her sözümü dinliyor gibi
Beni kandırırken
İçinden geçen binlerce ses bastırırdı sesimi
O her günü yeni bir umutla
Bekler gibi görünür
Yarına inanmaz, beni avuturdu
Onun her anı heyecan dolu
Beni üzdüğü zamanlarda bile
Yokluğunu hissetmek
Beni korkuturdu.
Ne güzel
ifade etmiş Teoman, ne doğru.
Biraz ondan
bahsedeyim mi?
45 yaşında.
Uluslararası bir şirketin Genel Müdür’ü. Taze GM, 3 senedir falan. Bundan
müthiş gurur duyuyor, böbürleniyor.
Firma çok
bilinen çok büyük bir firma değil, alelade bir firma hatta.
Kazancı iyi.
Son 3 senede iyileşmiş. Geçmiş kariyerini de biliyorum. Hatta bir önceki iş
yerinde çalışırken tanışmıştık biz. O operasyon tarafındaydı. Hayatına
giren ciddi insanların hemen hemen tümü iş ortamından zaten.
Fakat asla
çalışmaya devam ederken yürümüyor kadınlara. Ayrıldıktan sonra. Bende de öyle
oldu. Çünkü bence kendini biliyor. Kopmak istediği anda aynı işyerinde
çalışmaya devam edecek olmak onu boğar, bu yüzden müthiş dikkatli davranıyor.
Hal böyle
olunca da, iş yerindeki imajı son derece saygın, kaliteli, kültürlü ve efendi
kalıyor.
Uzağındaki
insanlar onu böyle tanıyor. O insanlara çıkıp gerçekte kim olduğunu anlatsam
inanmakta epey şaşırırlar muhtemelen. Ama inanırlar da, beni tanıdıkları için..
Bu da en
büyük korkusuymuş bu insanların bu arada , afişe olmak. Bu yüzden bu blog
anonim. Ne kendimi ne de onu böyle bir duruma sokmak istemem. Zira benim de
kendime göre bir iş çevrem, bir saygınlığım var, emek emek geliştirdiğim.
İyi bir semtte
yaşıyor. Yalnız yaşıyor. Kiralık bir ev, eşyalı. Evindeki tabaklar bile
kiralık. Şaşırdık mı? Hayır. Hayatındaki her şey kiralık onun. Her şey geçici.
Elbette bir eve bağlanmayacak, elbette evi de kiralık olacak.
Evin
lokasyonu güzel, içi çok güzel değil. Sürekli evi ile ilgili hayaller kuruyor.
Senelerdir o evden taşınmayı, bahçeli bir eve geçmeyi, hatta bir de köpek
almayı hayal ediyor (hop, burada yine mükemmeli arama güdüsünü görüyoruz).
Sürekli internetten ev bakıyor. Fiyatlarını karşılaştırıyor, hayaller kuruyor.
Hatta en son bir süreliğine Bodrum’a taşınmaktan bahsediyordu. Bu hayaller asla
gerçek olmuyor, hep hayal boyutunda kalıyor. Bir gün evdeyiz, ipad’den ev
ilanlarını gösteriyor bana. Dedim ki “kalk gidelim, yerinde görelim. Kendini
bir hayal et o evin içinde, bir bak, böyle uzaktan olmaz”. Gitmedi. Hayal
olarak kalmasını istiyor gibiydi. Yani sağlıklı bir insan gibi değil.
Banyosunda
sayısız çeşit krem var. Gözüne ayrı, gündüz kremi ayrı, gece serumu ayrı, topuk
çatlak kremi ayrı, of! İlk gördüğümde “vay be” demiştim, “bende bile bu kadar
krem yok”. Metroseksüel miyiz biraz? Bakıyor muyuz kendimize? E güzel, zararı
yok.
Parfüm. Çok
kullanırdı. Çok severdim kokusunu (Chanel Bleu) ondan önce de beğendiğim bir
parfümdü. Fakat öyle bir sıkardı ki, kendi kokusu yok olurdu. Sinir oluyordum. Boğuluyordum. Bu
da müthiş bir metafor işte, kendi gerçekliğini kamufle etmek için sahte bir
benlik yaratan adam, kendi kokusunu bastırmak için de parfümünü abartıyor.
Fakat tüm bu
kozmetik bakıma rağmen, vücuduna ve sağlığına dikkat eden biri değildi.
Kısa
boyluydu, hemen hemen benimle aynı. Koca bir göbek, alkolden. 1 seneye yakın
görüştük, 1 sene içinde karaciğere verdiği zararı düşünemiyorum. İlk zamanlar
sorduğumda testlerini yaptırdığını söylerdi düzenli olarak, ama birlikteliğimiz
boyunca hiç yaptırmadı.
Kötü
beslenirdi. Genelde akşamüstü saatlerinde içki sofrasına oturur, içkiyle az
yemek yer, gece eve geldiğinde acıkır, yemeksepetinden hamburger vs söyler,
yer, öyle uyurdu.
Spor hiç
yok. Senelerdir Hillside’a üye, ama gitmiyor. Sadece üye olmak için üye. Çünkü
bu da ona prestij katan bir şey. Ya da belki, karar verdiğinde hemen gidebilmek
istiyordur emin değilim.
İlk
yemeklerimizi yerken bana spor salonuna gittiğini söylemişti (ben çok sık
yürüyüş yapıyordum o dönem, umarım yine haftada 4-5 başlayacağım, şu sıralar
biraz bulutluyum malum).
Bana demişti
ki, “işe gitmeden evvel ya sahilde yürüyorum, ya da salona gidiyorum, oradan da
işe)
Beni
tavlamak için. Ortak noktamız çıksın diye. Çünkü biliyor sosyal medyadan, Datça’ya
gidiyorum hop yürüyüş, Londra’dayım hop yürüyüş. Çakal.
Oysa hiç
spor yapmıyor. Sıfır. Sene başında arkadaşları ile bir challenge’a girdiler
zayıflamak için. Arkadaş grubunda düzenli koşanlar, koşu maratonlarına
katılanlar var. Çok sevinmiştim o dönem. Sadece protein ile besleniyordu,
motive olabilmek için gitti kendine spor kıyafetler aldı, bir sabah körü daha
güneş doğmamışken kalktı Caddebostan’a gitti yürüdü. Eskiden spor yaparmış
dediğine göre, sanıyorum doğru da. Alkolü de azaltmıştı o dönem doğal olarak.
Haftada 2-3 içmediği oluyordu. O akşamlar evde çok sakindik. Fazla konuşmazdı.
Sorardım “ne hissediyorsun” diye, tipik withdrawal semptomlarını söylerdi,
beyninde şimşek çakmalar, uykuya dalmakta güçlük vs. Lavanta kokusu sıkardım
yastığına uyumadan. Yardımcı oluyordum işte ben de kendimce. Ama çok kısa sürdü
bu dönem. Sevgimin ona iyi geldiğini düşünüyordum, buna inanıyordum,
gözlemliyordum.
O evde
yaklaşık 5 senedir yaşıyor. 5 senedir o evde bir “yaşam” olduğuna dair belirti
yoktu. O ev bir oteldi. Uyumak için, seks yapmak için, giyinmek için kullandığı
bir otel. Belliydi, çünkü doğru dürüst yaşamsal eşya yoktu evde.
Sonra
haftada 1-2 onda kalmaya başladım. Sonra “birkaç parça eşyanı bıraksana” dedi,
sonra o evde bir çekmecem oldu. Sonra bir dolabım. Sonra nemlendiricimin büyük
boyu o evde, küçük boyu kendi evimde durur oldu. Ayakkabılarım, paltolarım,
makyaj malzemelerim her şeyim o evdeydi.
Eve tavla
aldık. Şarap kadehleri aldık. O dönem düzenli puro içmeye başladı, puro küllüğü
aldık. Hatta son zamanlarda bana saç kurutma makinesi almıştı, ne sevinmiştim.
Onun da hikayesi bir acayip.. Benim seyahat boyu saç kurutma makinem vardı,
kurutması iyi değildi. Demiştim ki “bana saç kurutma makinesi alsana”. “Too
much commitment” demişti bana, çok büyük bir bağ bu demişti. Ulan, bir adet saç
kurutma cihazı, ne bağı! Ama işte o evde bana ait bir eşyanın olması çok fazla
gelmişti. Sonra bir gün bir baktım, almış gelmiş. Ne sevinmiştim. Çok yavaş
ilerliyoruz ama yol alıyoruz diye düşünmüştüm.
Bu geçiş
kolay olmadı. Senelerdir yalnız yaşayan birine anlayışlı olmam gerektiğini
düşünüyordum. O dönem kime sorsan aynısını söyler. Kolay değil, senelerce
yalnız yaşamış biriyle ev paylaşmak. Şimdi düşünüyorum da, o seviyeye gelmek ne
büyük mucizeymiş aslında. Ama işte hep benim çabamla, hep benim anlayışımla..
Ona sorarsan
o da çabaladı. Norm olarak kendini alırsan haklı da aslında, evet çabaladı. O
evi biriyle paylaşmak bile onun için büyük bir adım. Ama o yaştaki insanlar
için bu son derece normal bir durum aslında.
Sonra
yılbaşı geldi. Ben ona demiştim ki “bana hediye alma” çünkü bir sonraki hafta
Bodrum’a gidecektik, seyahatin masraflarını o karşılayacaktı. Bir de üstüne
hediye almasını istemedim. Ben ona ufak tefek bir şeyler aldım. Bir kutuda her
zaman giydiği Ralph Laurent gömlek, birkaç çorap, bir kemer, komik bir tişört
vs böyle bir set hazırladım. Verdim. Sevindi. Sonra bana hiçbir şey almadığında
bozuldum biraz (klasik kadın tribi) Hani bir çiçek, bir oyuncak vs bile olsa
olur..
Yılbaşında
dehşet kar yağdı İstanbul’da. Biz de evde kalalım, baş başa olalım dedik. Süper
yemek yapardı, çok meraklıydı yemek yapmaya, yemek programlarını izlemeye. Mükemmel
pişmiş bir et ve spesiyal makarnasından yaptı. Şaraplarımızı içtik, müthiş
vakit geçirdik o akşam evde.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde bana hiçbir hediye almamasına bozulduğumu söyledim. Önce
bir iki “ama böyle konuşmuştuk” dedi. Sonra “git şu poşete bir bak” dedi. Ne
poşeti dedim, Rolex poşeti dedi. (Saatlere meraklıydı, Rolex saati vardı. Bir
gün satar diye kutusunu, poşetini vs tutuyordu evde, o şekilde satmak daha
kolay diye).
Dedim deli
misin ne Rolex’i (ben saat takmam, sevmem). “Git bi bak” dedi. Kalktım. Gittim.
Poşetin içinde bir anahtar.
Bana evinin
anahtarını yaptırmıştı. Sanıyorum ilişkimiz boyunca beni en mutlu ettiği an o
andı. Bir de sembolik olarak anahtar “kapıları açan şey” falan ya hani, nasıl
sevinmiştim anlatamam. Ağladım sevinçten. Delirdim resmen.
Bak şu an
ağlıyorum. Şu ana kadar güzel gitmiştim, ama o geceyi, ne kadar mutlu olduğumu
hatırlayınca kendimi berbat hissettim. Çok güzeldi. Rüya gibiydi benim için.
Nasıl sevecendi, nasıl tatlıydı o akşam..
İnanamıyorsun.
O adamın sahte olduğuna, o anların gerçek olmadığına inanamıyorsun. Şu an yine
kendime en zararlı şeyi yapıyorum “Ya aslında tahmin ettiğim gibi değilse?”
Kendinden şüphe. Tam olarak yaşamamı istediği şey işte. Zamanla azalacak, kodlanmış bir beyin oyunu. Ben daha güçlüyüm bu kodlardan :)
Anahtarımı
verirken de ekledi “Sana güveniyorum, bana haber vermeden bu eve girmeyeceğini
biliyorum”. Bak burada yine kontrol var. Dediğini de yaptım. Eve ondan önce
gideceksem muhakkak bilgi verdim hep. Saygımı hep korudum. Habersiz hiç
gitmedim. Hatta o evdeyse, anahtarımı kullanmadım, zile bastım vs. Saygımdan.
Sözümden.
Yani diyordu
ki, “evet beraber yaşayabiliriz, ama benim kurallarımla ve benim kontrolümle”.
Öyle de oldu.
Bazen “Bu ev
senin evin, istediğin zaman gelip kalabilirsin” derdi. Bazen de “Burası benim
evim!” Derdi sertçe. “Benim evimde bana böyle davranamazsın” (Genelde yaptığı
bir eşekliği eleştirdiğim zamanlarda böyle derdi. Ya da gider yatardım o
salondayken, çat diye kapıyı açar böyle derdi bana. Benim evim, benim
kurallarım, ben istemeden uyuyamazsın der gibi)
Bir öyle bir
böyle. Dünyanın en zor şeyi. Ne çekmişim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder